12 Ağustos 2019 Pazartesi

SEVR ENTRİKASI...

SEVR ENTRİKASI
‘’ EMPERYALİST ÇÖZÜMÜN POLİTİK DİLİ VE VASSALLIK ‘’
’’ Hükümetimize ve şahıslarımıza gönderdikleri öneride aynen şöyle denilmektedir.Bugün için başka bir çare bulunmadığı takdirde Sevr antlaşmasını dahi onaylamak gerekebilir.İstanbul hükümetinin ve hatta buraya gelenlerin son kararı budur.Bunu onaylamakla , arkadan , milletimizin bağımsızlığının kaldırılacağını da bilmektedirler.Buna karşılık kendilerini aldatmak için verdikleri izahat ve yaptıkları yorumda şudur:Bir millet , geçici süre için bağımsızlığından vazgeçebilir.Oysa T.B.M.M ülkenin bir karış bağımsız toprağı kalsa bile yine bağımsızlık davasını sürdürmeye karar vermiştir ’’
Mustafa Kemal Atatürk
     Geçmişi aydınlatmak; geleceği inşa etmenin yoludur. Türk tarihinin önemli kesitlerinden biri olan Osmanlı Devleti’nin çöküşü ve dağılışı döneminde yaşanan siyasi olayları, duruş ve tutumları aydınlatmak geleceğimizi inşa etmenin yollarından biridir. Çünkü cumhuriyetimiz; yıkılan imparatorluğun bakiyesi üzerine kurulmuştur.Dolayısıyla yıkılış ve kuruluş döneminde yaşanan siyasi olayları, siyasi duruş ve tutumları olmamış gibi saymak ya da böyle davranmak bugün karşılaştığımız birçok hadiseyi değerlendirme yöntemimizi, daha doğrusu stratejimizi kaybetmek anlamına gelir. Çümkü bir toplumun siyasi geleneği, aynı zamanda o toplumun stratejisidir. Bağımsızlığı esas alan siyasi gelenekten kopuş, aslında,izlenmesi gereken stratejiyi kaybetmek anlamına gelir. Bu noktada anlaşılması gereken husus şu iki sorunun cevabıdır.
          *Egemen güçlerin taleplerine ve politik amaçlarına açık olmanın, güdümlerine girmenin ve onların taleplerine uygun davranmanın, diğer bir deyişle çeşitli gerekçe ve bahanelerle egemen güçlerin vassallığını yapmanın sürüklediği sonuç nedir?
           *Egemen güçlerin politik-stratejik amaçlarını anlayarak politik duruş belirlemenin ve tavır geliştirmenin, bağımsızlık davasını sürdürmenin ulaştırdığı sonuç nedir?
     Gerçekten her iki tutumun da kendine özgü politik dili ve yöntemi vardır. Bunların politik dili birbirinden farklıdır. Egemen işgalci güçlere boyun eğmenin politik dili; egemen gücün zihniyetiyle benzeşir, örtüşür. ‘’ Zayıf bir mevcudiyet, mehva tercih edilmeye değer ‘’ sözünün siyasi anlamı budur. Onların politik dilini ve stratejik amaçlarını anlayan politik tutumda ise çelişkileri dile getirme, sorgulama, direniş ve bir milleti temsil etmenin getirdiği sorumluluk ve haysiyet vardır. ‘’ Bir karış bağımsız toprak kalsa bile, bağımsızlık mücadelesi verilecektir ‘’ sözü ise haysiyetli politik dilin göstergesidir. Sevr’i anlamak siyasi dilimizi ve stratejimizi belirlemek açısından oldukça önemlidir. Bu noktada cevabı aranması gereken soru şudur: Hngi politik dil veya hangi politik yöntem egemen gücün politik dili ve stratejik amaçlarına benzemekte, onun içinde yok olmanın şartlarını oluşturmaktadır? Her ne kadar politik dilin kendine özgü mantığı olsa da, her dil düzeni, arkasındaki zihniyeti yansıtır. Bir metni oluşturan anahtar kavramların; anlam derecelerini ortaya koymak, aslında o metnin arkasındaki zihniyeti ortaya koymaktır. Bu nedenle, siyasi tarihin dilini ve yöntemini çözümlemek, aslında, bir zihniyet çözümlemesidir. Ayrıca siyasi geleneği anlamak; yeni durumlara karşı duruş geliştirmenin yolunu gösteren bir strateji geliştirmektir. Çünkü bu yönüyle gelenek; stratejidir.
     Bir devletin yok edilmesi üzerine kurulan Sevr Antlaşması; emperyalist çözümün politik dilini, duruş ve tutumunu anlamanın en çarpıcı misalidir. Ancak bu antlaşma sadece egemen güçlerin politik dilini değil, aynı zamanda egemen güçlere yaslanan iktidarların, onların vassalı mesabesinde olan siyasi ve fikri hareketlerin dilini ve tutumunuda bize anlatır. Sevr antlaşması egemen güçlerin ve vassalların politik duruşunu, dilini ve yöntemini içeren kodlarla, kalıplarla ve sicillerle doludur. Osmanlı devleti’nin paylaşılması esasına dayanan kararların ortak noktalarını esas alarak bazılarını şöyle sıralayabiliriz;
          *Osmanlı Devleti; İstanbul ve çevresiyle küşük bir toprak parçasından ibaret olacak, Osmanlı hükümeti antlaşma hükümlerini yerine getirmezse İstanbul da elinden alınacaktır.
          *Boğazlar savaş zamanında bile bütün devletlerin gemilerine açık bulundurulacak, özel bayrağı ve özel bütçesi olan bir Avrupa komisyonu tarafından kontrol edilecektir.
          *Kapitalüsyonlardan bütün müttefikler yararlanacak, savunma güçleri sınırlandırılacak ve silahsızlandırılacaktır.
          *İşgal giderleri Osmanlı Devleti tarafından karşılanacak, Anadolu ekonomik nüfuz bölgelerine ayrılacaktır. Ülkenin her bir tarafı müttefik güçler tarafından paylaşılacaktır.
          *Yabancı eğitim kurumları istediği dilde eğitim verebilecek, dini konularda kayıtsız şartsız eğitim hakkına sahip olacaktır.
     Bugün egemen güçlerin politik ve stratejik amaçlarına dahil olan, onların talepleri üzerine kapanan, kendi siyasi varlığını sürdürmek için cumhuriyetin kuruluş felsefesine karşı mevzilenen siyasi ve fikri hareketlerin siyasi dillerini anlamanın yolu; siyasi geleneğimizi hatırlamak ve onu yeniden okumaktan geçer. Egemen güçlerin, ülkemizi işgal etme heves ve arzularını gösteren bu belge; o dönemdeki aktörler-vassallar ilişkisini hiç bir eksikliğe yer vermeksizin bu günün aktörler-vassallar ilişkisini anlattığını görmek için belgenin tarihini bir tarafa bırakarak sadece alınan kararları okumak yeterlidir. Bu benzerlik batılı egemen güçlerin ülkemize yönelik maksat ve tutumlarının, kullandıkları araç ve etiketlerin hiç değişmediğini, sadece söz konusu amacın yönteminin değiştiğini gösterir. Öyle ki Osmanlı Devleti’nin parçalanması sürecinde etkili olan dini, etnik ve batıcı hareketlerle bu günkü dini-etnik ve batıcı hareketlerin sözleri, duruşları ve tutumları arasında hiçbir fark yoktur. Nitekim AB tarafından telkin edilen ve siyasi iktidar tarafından sunulan 9. Reform paketinde yer alan azınlık hakları ve imtiyazları Lozan’ın ihlali, Sevr’in kabulünden başka bir şey değildir. Bunu anlamak için Sevr’in 147.maddesi ile 9.reform paketini bu esas açısından karşılaştırmak yeterlidir.
     Osmanlı Devleti’nin parçalanması esasına dayanan bu antlaşmada, müttefik devletlerin her biri farklı bir yol üstlenmişti. Her birisinin Türkiye ile ilgili bir çıkarı vardı. Eğer bu çıkarlar yeterli değilse, yeni bir çıkar alanı ve ona uygun bir siyasi karar üretiliyordu. Türkiye bir taraf değil, ganimetti. Neyin, nasıl istendiğini padişah hükümetine dikte etmek yeterli idi. Mustafa Kemal önderliğindeki milliyetçi direniş hareketine gelince, bu hareket, büyük güçler için sadece bir baş ağrısıydı. Pylaşma savaşını hızlandıran güçler; Anadolu’da başlayan uyanışı haydut kelimesiyle tanımlıyorlar ve bunu engellemek için her yolu deniyorlardı. İç ve dış mahfillerse ortaya çıkan milli direnişi; maskara kelimesiyle tanımlıyorlardı. Halkların eşit hakları deyimiyle ülkeyi parçalayan güçler; kendilerince Türk olmayan bölgeleri Avrupa devletlerinin nüfuz alanları olarak görüyorlardı. Bu durum gösteriyor ki, egemen gücün taleplerinin geçerli gerekçesi olmaz, daha doğrusu egemen gücün taleplerinde gerekçe aranmaz. Çünkü egemen güç; her duruma ve talebe uygun gerekçe inşa eder. Telkin eder. Bunun üzerinden amaçlarını gerçekleştirir.
     Egemen işgalci güçlerin politik dilinin nasıl işlediğini görmek için 10 Ağustos 1920’de müttefik devletlerle Osmanlı Devleti arasında imzalanan Sevr antlaşmasında geçen tanımlara, kalıplara ve taleplere bakmak yeterlidir. Antlaşmanın başında yer alan, bu antlaşma düşmanca eylemlerde bulunan savaşın yerini, sağlam, adaletli ve sürekli bir barışa bırakması isteği üzerine yapılmıştır, sözü görünüşte egemen güçlerin barıştan, haktan ve adaletten yana oldukları izlenimini vermektedir. Oysa Sevr antlaşmasının en ağır ifadesi budur. Çünkü bu ifade; antlaşmanın hiçbir hukuki ve ahlaki değerinin olmadığını ilan eder. Zaten siyasi tarihin en vahşi değer içerikli kavramlar üzerinden yürütülür. Nitekim bugün batılı egemen güçler; İslam coğrafyasının işgalini demokrasi ve özgürlük gibi değer ifade eden kavramlar üzerinden yürütmektedir. Bu kavramların batılı-küresel aktörler ve vassalları tarafından sıkça tekrar edilmesi, bu coğrafyada ciddi katliamların yapılacağını gösteren en açık veridir. Söz konusu işgali; aynı dille ve kavramlarla meşrulaştıranlar ise egemen gücün yerli vassallarıdır.Ülkemizin doğusunda terör hareketini öçrgütleyen ve destekleyen, uydurma bahanelerle Afganistan’ı ve Irak’ı işgal eden güçlerin katliamını, demokrasi ve özgürlük adına kutsayanlar, her nedense akıtılan kanı ve bunun gerekçesini hiç sorgulamıyorlar. Dini ve etnik ayrışmaları kutsuyorlar. Türk milleti ifadesinden hiç hoşlanmıyorlar. Bu duruş ve tutum; Sevr olayına zemin hazırlayan zihniyetin postmodern sürümüdür.
     Vatan savunması için şehit olan insanları yok sayan, fakat milletin ortak kimliğine ve değerlerine saldıran insanlara karşı tepki göstermeyi demokrasi ve özgürlüğe aykırı gören bu dil; çatallı dildir. Çatallı dilin en muhkem göstergesi; egemen güçlerin doğrudan ve dolaylı işgaline direnmeyi ihanet, onlara teslim olmayı özgürlük şeklinde sunmaktır. Şüphe yok ki bu dil; devşirmecilerin ve vassallığın ayırt edici ve belirtici göstergesidir. Batıcılık, dini ve etnik ayrışma üzerinden politika yapan siyasi hareketlerin ikili dili; Sevr’e götüren zihniyetle şimdiki zihniyetin buluştuğu noktadır. O dönemde faaliyet gösteren İngiliz Muhipler Cemiyeti, Kürt Teal-i Cemiyeti, İslam Teal-i Cemiyeti gibi politik hareketlerle bu gün aynı görevi sürdüren politik hareketler arasında hiçbir fark yoktur. Tarihi görevlerini aynı dille ve iştiyakla sürdüren bu çevreler; ülkemizin daha demokrat olması için devleti küçültmenin, bazı kurumları özelleştirmenin, her etnik ve dini ayrışmayı milli eğitimin, güvenliğin ve adaletin parçası yapmanın öneminden bahsederler. Eğer böyle yapılırsa devlet sistemi ve halklar daha özgür olacak. Bu durum açıkça gösteriyor ki, egemen güç-vassal ittifakının zihninde barış ve özgürlüğün anlamı: Türkiye Cumhuriyeti Devletini bağımsız devlet olmaktan çıkarmak ve egemen güçlerin kullanacağı etkili ve verimli bir araç yapmaktır. Anılan çevrelerin dilindeki demokrasi ve özgürlüğün kelime anlamı ve tanımıda budur.
     Uluslararası hukuk kurallarına uymak adına yapılan Sevr antlaşması, bir işgalin, hukuk adına nasıl yazılı belgeye döküldüğünü gösteren politik bir entrikadır. Bu entrika çemberi içinde sunulan görüşlerin ve alınan kararların hiçbir fikri, hukuki ve ahlakigeçerliliği yoktur. Çünkü Sevr antlaşması; bir siyasi entrikanın belgesidir. Diğer bir deyişle egemen güçlerin; kendi politik ve stratejik amaçları için uydurdukları gerekçelerin sıralandığı bir belgedir. Zaten egemen-işgalci güçlerin politik mantığı böyle işler. İşgal mantığının omurgasını ise şu kalıplar oluşturur;
          *Osmanlı İmparatorluğu, antlaşma maddelerinde öngörülen hükümleri yerine getirmeyi şimdiden kabul eder.
          *Müttefik devletlerin temsilcileri, diplomatik ayrıcalıklarından ve dokunulmazlıklarından yararlanacaktır.
          *Osmanlı Hükümetinin alınan kararları yerine getirip getirmediği raporla yetkililere bildirilecek ve her durumdan haberdar edilecektir.
          *Şimdiki ve eski sınırların saptanmasına ilişkin tutanakların doğruluğu onaylanmış  örnekleri, Osmanlı makamlarının elinde bulunan haritalar, geodezik veriler, yayınlamamış olsa bile yer ölçmesi haritaları, söz konusu antlaşmanın yürürlüğe konulmasından sonra otuz gün içinde İstanbul’da başlıca müttefik devletlerinin göstereceği ilgili komisyonların temsilcisine teslim edilecektir.
          *Türkiye, bu antlaşma ile bunu tamamlayan antlaşmaların ve sözleşmelerin hükümlerine, özellikle soy,din ve dil azınlıklarının haklarına dürüst bir biçimde saygı göstermekte kusur ederse, müttefik devletler, alınan kararları değiştirme hakkını saklı tutar. Türkiye, bu bakımdan alınacak bütün kararları kabul etmeyi şimdiden yükümlenir.
     Yukarıdaki beş kalıp ve bunlara benzeyen ifadeler, işgalci hakim gücün dilini ve mağlup olan devletin güç karşısındaki halini ve mantığını özetler. İşgalci mantığın politik kalıbı şöyle dile getirilir; Türkiye, iş bu antlaşma ile bunu tamamlayan antlaşmaların ve sözleşmelerin hükümlerine, özellikle soy,din ve dil azınlıklarının haklarına dürüst biçimde saygı göstermekte kusur ederse, müttefik devletler, alınan kararları değiştirme hakkına sahiptir. Türkiye, bu bakımdan alınacak bütün kararları kabul etmeyi şimdiden yükümlenir.( Madde 36 )
İşgal mantığının ötekine ilişkin diline uygun en çarpıcı örnek de şudur: Eskiden Osmanlı İmparatorluğuna bağlı bulunan kimi topluluklar, kendi kendilerini yönetmeye yetenekli olacakları zamana kadar, yönetimlerine bağlı bulundukları egemen gücün öğütleri ve yardımı kılavuz olmak koşuluyla, bağımsız uluslar olarak varlıkları geçici nitelikte tanınabilecek bir gelişme düzeyine erişmişlerdir. Hangi devletin güdümüne girecekleri, bu toplumların tercihine bırakılmalıdır. Bunların tercihleri göz önünde tutulmalıdır.( Madde 22 )
Yönetme yeteneğinden yoksun ve egemen güçlerin yol göstermesine muhtaç toplulukların yetenekli görüldüğü konu; kendine yol gösterecek gücü seçme hakkıdır. Yni bu coğrafyanın insanı kendini yönetmeye muktedir değildir, zaten böyle bir yeteneğide yoktur. Onlar sadece hangi gücün güdümüne girmeyi tercih edebilecek yeteneğe sahiptir. Böyle ağır bir tanım ve karara karşı Anadolu’da başlayan direniş bu coğrafyanın yüz akıdır. Çünkü bu direniş; emperyalist güçlerin aşağılayıcı tavırlarına karşı verilen bir cevaptır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesi batılı egemen güçlerin ve yerli vassalların hedefidir.
     Batılı egemen güçler dün de bu gün de politikalarını dini ce etnik farklılıklar üzerinden yürütmüşlerdir. Bu politika, dün, Sevr antlaşmasında kendini şöyle açığa vurur: İş bu antlaşmanın yürürlüğe konuluşundan bir yıl sonra 62. Maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak milletler cemiyeti konseyine başvururlarsa ve konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’de salık verirse; Türkiye bu tavsiyeye uymayı ve bölgeler üzerinde bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi, şimdiden kabul eder. ( Madde 64 ) Van , Erzurum, Bitlis ve Trabzon illerinin bulunduğu alanda bir Ermenistan devleti kurulacak, sınırlarının tayini ABD’ye bırakılacaktır. ( Madde 89 ) Bu iki madde ve benzerleri üzerine şekillenen plan her ne kadar Anadolu ihtilali sayesinde ortadan kaldırılmış, Lozan Antlaşması yapılmışsa da, ne yazık ki bu gün, farklı yöntem ve araçlar eşliğinde söz konusu plan işletiliyor. Nitekim CFR siyasi iktidardan, federatif sisteme geçmenin ilk aşamasını gerçekleştirmeyi küresel siyasetin gereği olarak talep etmektedir. Anılan siyasetin amaçları doğrultusunda metin oluşturan stratejistler; Türkiye’nin bölünük ülke olduğunu, dalayısıyla bu sorunu üstelenmesi gerektiğini telkin etmektedir. Keza yukarıdaki kararlara uygun haritalar yayınlamaktadır. Bu yetmezmiş gibi eğer Türkiye üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmezse ağır bedel ödeyecektir, diyerek tehdit etmektedirler.
     Batılı egemen güçlerin ülkemize yönelik borçlandırma, ayartma, bağlama ve işgal etme amacı hiç değişmedi. Sevr antlaşmasında izlenen sürecin sonucunu ifade eden kararlar şöyle dile getirilir: Türkiye aktarılan toprak üzerindeki haklarından ve sıfatlarından, karar tarihinden başlamak üzere geçerli olarak vazgeçtiğini şimdiden bildirir. ( Madde 90 ) Osmanlı Devletinden kopmuş sömürgelerin malları, bağlı bulunduğu devletin mallarının hükmüne tabidir.( Madde 108 ) Yine ana bünyeden kopmuş devletlerde Osmanlı Devletine ait bütün taşınır ve taşınmaz mallar karşılığı ödenmeksizin o devlete kalacaktır.( Madde 110 ) Daha önce faize bağlanan borçlar Osmanlı Devleti tarafından ödenecektir. Bu maddelere ek olarak bölünen ve ayrılan parçaları kendileriyle özdeşleştirmekteler ve Osmanlı Devleti şu ülkenin yararına haklarından ve sıfatlarından vazgeçer tümcesini kullanmaktadırlar. Bunlar; işgalin politik mantığını özetleyen kararlardır. Öyleyse batılı güçlerin politik dilini ve taleplerini biçimlendiren ana unsur, anılan plandır. Bu plan; batının bilinçaltını şekillendirir. İnce ayarlı politik entrikaların tek amacı; bu planı gerçekleştirmektir. Vassallık rolüne soyunan ve bu görevi yerine getiren özneler, bunu özgürlük ve demokrasi etiketleri altında gizleseler de, ülkemizde ve sınırlarımızda yaşanan bütün olaylar bunu doğrulamaktadır.
     Egemen güç –vassal ittifakını anlatan şu kararlar; batıcılık ve dini-etnik ayrışma üzerinden politika yapan kişilerin niçin kural tanımadıklarını ve saldırgan olduklarını anlatır: ‘’Türkiye, ister bir başka uyrukluğageçme ister bir antlaşma hükmüyle müttefik devletlerin ya da yeni devletlerin yasaları gereğince ve bu devletlerin yetkili makamlarının kararları uyarınca kendi uyrukluğundan her hangi bir yeni uyrukluğa geçmiş ya da geçecek olanların bu uyrukluğunu tanımayı ve bu yeni uyrukluğu almalarıyla bu uyrukları asıl devletlerine karşı her bakımdan her türlü bağlılıktan kurtulmuş saymayı yükümlenir ‘’ ( Madde 128 ) ‘’ Türkiye’de oturanlardan hiç biri, 01 Ağustos 1914 tarihinden sonra işbu antlaşmanın yürürlüğe girişine kadar, askerlik ya da siyasi davranışları ya da müttefik devletlere ya da bunların uyruklarına yaptıkları her hangi bir yardımdan ötürü, hiçbir bahane ile rahatsız edilemeyecek ve incitilmeyecektir. Türkiye’de oturan bir kişiye ilişkin olarak bu nedenle, verilen herhangi bir yargı kararı tümüyle yok sayılacak ve başlamış herhangi bir kovuşturma durdurulacaktır. ( Madde 137 ) Vassallarını koruma altına alan batılı aktörlerin; geldiğimiz noktada ülkenin ortak kimliğine, tarihine, değerlerine ve kurumlarına saldıran kişileri korumaları, hatta doğrudan adalete müdahele etmeleri izlenen politik stratejinin değişmediğini gösterir. AB müktesebatı adı altında ölçüsüz tutumlarla haddini aşan kişileri AB ve ABD’li yetkililerin sahiplenmesi dikkat çekmektedir.
     Türkiye’nin sistemini tedhiş sistemi olarak tanımlayan güçler; ‘’ İslam dinine geçişlere ( Madde 142 ) müdahele etmekteler soy azınlıklar şeklinde tanımladıkları topluluklar için kendilerinin uygun görecekleri hükümlerin uygulanmasını şart koşmaktadırlar. ( Madde 143 ) Bu iki maddenin sonucu olan aşağıdaki iki karar, içinde bulunduğumuz durum açısından üzerinde düşünülmesi gereken husustur.
          *Herhangi bir Osmanlı uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır. Türkçe’den başka bir dil konuşan Osmanlı uyruklarına mahkemelerde, ister sözlü isterse yazılı olsun, kendi dillerini kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır. ( Madde 145 )
          *Soy, din ya da dil azınlıklarından olan Osmanlı uyrukları hem hukuk bakımından hem de uygulamada; öteki Osmanlı uyruklarıyla aynı işlemlerden aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Bunların özellikle bağımsız olarak ve Osmanlı makamları hiçbir şekilde karışmaksızın, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ya da sosyal kurumlar, ilk, orta ve yüksek okullarla, başka her çeşit öğretim kurumlarında kendi dillerini özgürce uygulamak hakkına da sahip olarak kurmak, yönetmek ve denetlemek konularında eşit hakka sahip olacaklardır. ( Madde 147 )
     Bu parçalayıcı ve yıkıcı kararları kabul etmeyen ve direnen Türk Milleti; bağımsızlığı kuruluş felsefesinin temel esası yapmıştır. Ancak geldiğimiz nokta da AB güdümüne giren siyasi iktidarlar, işgal döneminde alınan kararları dünya milletleriyle birlikte olma adına siyasi kararlarla gerçekleştirmek istemektedirler. Eğer AB adına alınan kararlarla anılan iki kararı karşılaştırırsak geldiğimiznoktanın cumhuriyetin kuruluş felsefesinden açık bir kopuş anlamına geldiğini görürüz. Egemen güçlerle vassalların aldığı bu mesafeye karşı yeniden milli duruşun sergilenmesi, paniklemelerinin asıl nedenidir. Son yaşanan olayları ve cumhuriyetin kuruluş esaslarından biri olan milliyetçiliğe karşı ölçüsüz saldırıyı bu açıdan okumamız gerekir. Yıllardır belli bir aşamaya getirilen ve başkalarını tanımlayarak üzeri örtülen bu sınır; bağımsızlıktan yana olanlarla mandacıların arasındaki kırılma noktasıdır. Eğer ülkenin savunma kuvvetleriyle ilgili sınırlamaları, güvenlik güçlerine ilişkin hükümleri, silah, araç ve gereç konusunda yapılan tahditleri ve diğer hükümleri buna ekler, bu gün ülkemizde bu alanda yapılan tartışmaların taşıdığı anlamı tespit edersek söylemek istediğimizhuss anlaşılmış olur. Evet; milli direnişin ortadan kaldırdığı bu plan devrededir,ülkemizde üretilen çatallı dilin, sahnelediği oyunun adı budur.

Prof.Dr.Nadim MACİT
Uyumadan kalın Esen kalın..
06.10.2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder