SEVR
ENTRİKASI
‘’ EMPERYALİST
ÇÖZÜMÜN POLİTİK DİLİ VE VASSALLIK ‘’
'' Hükümetimize ve şahıslarımıza
gönderdikleri öneride aynen şöyle denilmektedir.Bugün için başka bir çare
bulunmadığı takdirde Sevr antlaşmasını dahi onaylamak gerekebilir.İstanbul hükümetinin
ve hatta buraya gelenlerin son kararı budur.Bunu onaylamakla , arkadan ,
milletimizin bağımsızlığının kaldırılacağını da bilmektedirler.Buna karşılık
kendilerini aldatmak için verdikleri izahat ve yaptıkları yorumda şudur:Bir
millet , geçici süre için bağımsızlığından vazgeçebilir.Oysa T.B.M.M ülkenin
bir karış bağımsız toprağı kalsa bile yine bağımsızlık davasını sürdürmeye
karar vermiştir ''
Mustafa Kemal Atatürk
Mustafa Kemal Atatürk
Geçmişi
aydınlatmak; geleceği inşa etmenin yoludur. Türk tarihinin önemli kesitlerinden
biri olan Osmanlı Devleti’nin çöküşü ve dağılışı döneminde yaşanan siyasi
olayları, duruş ve tutumları aydınlatmak geleceğimizi inşa etmenin yollarından
biridir. Çünkü cumhuriyetimiz; yıkılan imparatorluğun bakiyesi üzerine
kurulmuştur.Dolayısıyla yıkılış ve kuruluş döneminde yaşanan siyasi olayları,
siyasi duruş ve tutumları olmamış gibi saymak ya da böyle davranmak bugün
karşılaştığımız birçok hadiseyi değerlendirme yöntemimizi, daha doğrusu
stratejimizi kaybetmek anlamına gelir. Çümkü bir toplumun siyasi geleneği, aynı
zamanda o toplumun stratejisidir. Bağımsızlığı esas alan siyasi gelenekten
kopuş, aslında,izlenmesi gereken stratejiyi kaybetmek anlamına gelir. Bu
noktada anlaşılması gereken husus şu iki sorunun cevabıdır.
*Egemen güçlerin taleplerine ve politik amaçlarına açık olmanın, güdümlerine girmenin ve onların
taleplerine uygun davranmanın, diğer bir deyişle çeşitli gerekçe ve bahanelerle
egemen güçlerin vassallığını yapmanın sürüklediği sonuç nedir?
*Egemen güçlerin politik-stratejik amaçlarını anlayarak politik duruş
belirlemenin ve tavır geliştirmenin, bağımsızlık davasını sürdürmenin
ulaştırdığı sonuç nedir?
Gerçekten her iki tutumun da kendine özgü politik dili ve yöntemi
vardır. Bunların politik dili birbirinden farklıdır. Egemen işgalci güçlere boyun
eğmenin politik dili; egemen gücün zihniyetiyle benzeşir, örtüşür. ‘’ Zayıf bir
mevcudiyet, mehva tercih edilmeye değer ‘’ sözünün siyasi anlamı budur. Onların
politik dilini ve stratejik amaçlarını anlayan politik tutumda ise çelişkileri
dile getirme, sorgulama, direniş ve bir milleti temsil etmenin getirdiği
sorumluluk ve haysiyet vardır. ‘’ Bir karış bağımsız toprak kalsa bile,
bağımsızlık mücadelesi verilecektir ‘’ sözü ise haysiyetli politik dilin
göstergesidir. Sevr’i anlamak siyasi dilimizi ve stratejimizi belirlemek
açısından oldukça önemlidir. Bu noktada cevabı aranması gereken soru şudur:
Hngi politik dil veya hangi politik yöntem egemen gücün politik dili ve
stratejik amaçlarına benzemekte, onun içinde yok olmanın şartlarını
oluşturmaktadır? Her ne kadar politik dilin kendine özgü mantığı olsa da, her
dil düzeni, arkasındaki zihniyeti yansıtır. Bir metni oluşturan anahtar
kavramların; anlam derecelerini ortaya koymak, aslında o metnin arkasındaki
zihniyeti ortaya koymaktır. Bu nedenle, siyasi tarihin dilini ve yöntemini
çözümlemek, aslında, bir zihniyet çözümlemesidir. Ayrıca siyasi geleneği
anlamak; yeni durumlara karşı duruş geliştirmenin yolunu gösteren bir strateji
geliştirmektir. Çünkü bu yönüyle gelenek; stratejidir.
Bir devletin yok edilmesi üzerine kurulan Sevr Antlaşması; emperyalist
çözümün politik dilini, duruş ve tutumunu anlamanın en çarpıcı misalidir. Ancak
bu antlaşma sadece egemen güçlerin politik dilini değil, aynı zamanda egemen
güçlere yaslanan iktidarların, onların vassalı mesabesinde olan siyasi ve fikri
hareketlerin dilini ve tutumunuda bize anlatır. Sevr antlaşması egemen güçlerin
ve vassalların politik duruşunu, dilini ve yöntemini içeren kodlarla,
kalıplarla ve sicillerle doludur. Osmanlı devleti’nin paylaşılması esasına
dayanan kararların ortak noktalarını esas alarak bazılarını şöyle
sıralayabiliriz;
*Osmanlı Devleti; İstanbul ve
çevresiyle küşük bir toprak parçasından ibaret olacak, Osmanlı hükümeti
antlaşma hükümlerini yerine getirmezse İstanbul da elinden alınacaktır.
*Boğazlar savaş zamanında bile bütün devletlerin gemilerine açık bulundurulacak,
özel bayrağı ve özel bütçesi olan bir Avrupa komisyonu tarafından kontrol
edilecektir.
*Kapitalüsyonlardan bütün müttefikler yararlanacak, savunma güçleri
sınırlandırılacak ve silahsızlandırılacaktır.
*İşgal giderleri Osmanlı Devleti tarafından karşılanacak, Anadolu
ekonomik nüfuz bölgelerine ayrılacaktır. Ülkenin her bir tarafı müttefik güçler
tarafından paylaşılacaktır.
*Yabancı eğitim kurumları istediği dilde eğitim verebilecek, dini
konularda kayıtsız şartsız eğitim hakkına sahip olacaktır.
Bugün egemen güçlerin politik ve stratejik amaçlarına dahil olan,
onların talepleri üzerine kapanan, kendi siyasi varlığını sürdürmek için
cumhuriyetin kuruluş felsefesine karşı mevzilenen siyasi ve fikri hareketlerin
siyasi dillerini anlamanın yolu; siyasi geleneğimizi hatırlamak ve onu yeniden
okumaktan geçer. Egemen güçlerin, ülkemizi işgal etme heves ve arzularını
gösteren bu belge; o dönemdeki aktörler-vassallar ilişkisini hiç bir eksikliğe
yer vermeksizin bu günün aktörler-vassallar ilişkisini anlattığını görmek için
belgenin tarihini bir tarafa bırakarak sadece alınan kararları okumak
yeterlidir. Bu benzerlik batılı egemen güçlerin ülkemize yönelik maksat ve
tutumlarının, kullandıkları araç ve etiketlerin hiç değişmediğini, sadece söz
konusu amacın yönteminin değiştiğini gösterir. Öyle ki Osmanlı Devleti’nin
parçalanması sürecinde etkili olan dini, etnik ve batıcı hareketlerle bu günkü
dini-etnik ve batıcı hareketlerin sözleri, duruşları ve tutumları arasında
hiçbir fark yoktur. Nitekim AB tarafından telkin edilen ve siyasi iktidar
tarafından sunulan 9. Reform paketinde yer alan azınlık hakları ve imtiyazları
Lozan’ın ihlali, Sevr’in kabulünden başka bir şey değildir. Bunu anlamak için
Sevr’in 147.maddesi ile 9.reform paketini bu esas açısından karşılaştırmak
yeterlidir.
Osmanlı Devleti’nin parçalanması esasına dayanan bu antlaşmada, müttefik
devletlerin her biri farklı bir yol üstlenmişti. Her birisinin Türkiye ile
ilgili bir çıkarı vardı. Eğer bu çıkarlar yeterli değilse, yeni bir çıkar alanı
ve ona uygun bir siyasi karar üretiliyordu. Türkiye bir taraf değil, ganimetti.
Neyin, nasıl istendiğini padişah hükümetine dikte etmek yeterli idi. Mustafa
Kemal önderliğindeki milliyetçi direniş hareketine gelince, bu hareket, büyük
güçler için sadece bir baş ağrısıydı. Pylaşma savaşını hızlandıran güçler;
Anadolu’da başlayan uyanışı haydut kelimesiyle tanımlıyorlar ve bunu engellemek
için her yolu deniyorlardı. İç ve dış mahfillerse ortaya çıkan milli direnişi;
maskara kelimesiyle tanımlıyorlardı. Halkların eşit hakları deyimiyle ülkeyi
parçalayan güçler; kendilerince Türk olmayan bölgeleri Avrupa devletlerinin
nüfuz alanları olarak görüyorlardı. Bu durum gösteriyor ki, egemen gücün
taleplerinin geçerli gerekçesi olmaz, daha doğrusu egemen gücün taleplerinde
gerekçe aranmaz. Çünkü egemen güç; her duruma ve talebe uygun gerekçe inşa
eder. Telkin eder. Bunun üzerinden amaçlarını gerçekleştirir.
Egemen işgalci güçlerin politik dilinin nasıl işlediğini görmek için 10
Ağustos 1920’de müttefik devletlerle Osmanlı Devleti arasında imzalanan Sevr
antlaşmasında geçen tanımlara, kalıplara ve taleplere bakmak yeterlidir.
Antlaşmanın başında yer alan, bu antlaşma düşmanca eylemlerde bulunan savaşın
yerini, sağlam, adaletli ve sürekli bir barışa bırakması isteği üzerine
yapılmıştır, sözü görünüşte egemen güçlerin barıştan, haktan ve adaletten yana
oldukları izlenimini vermektedir. Oysa Sevr antlaşmasının en ağır ifadesi
budur. Çünkü bu ifade; antlaşmanın hiçbir hukuki ve ahlaki değerinin olmadığını
ilan eder. Zaten siyasi tarihin en vahşi değer içerikli kavramlar üzerinden
yürütülür. Nitekim bugün batılı egemen güçler; İslam coğrafyasının işgalini
demokrasi ve özgürlük gibi değer ifade eden kavramlar üzerinden yürütmektedir.
Bu kavramların batılı-küresel aktörler ve vassalları tarafından sıkça tekrar
edilmesi, bu coğrafyada ciddi katliamların yapılacağını gösteren en açık
veridir. Söz konusu işgali; aynı dille ve kavramlarla meşrulaştıranlar ise
egemen gücün yerli vassallarıdır.Ülkemizin doğusunda terör hareketini
öçrgütleyen ve destekleyen, uydurma bahanelerle Afganistan’ı ve Irak’ı işgal
eden güçlerin katliamını, demokrasi ve özgürlük adına kutsayanlar, her nedense
akıtılan kanı ve bunun gerekçesini hiç sorgulamıyorlar. Dini ve etnik ayrışmaları
kutsuyorlar. Türk milleti ifadesinden hiç hoşlanmıyorlar. Bu duruş ve tutum;
Sevr olayına zemin hazırlayan zihniyetin postmodern sürümüdür.
Vatan savunması için şehit olan insanları yok sayan, fakat milletin
ortak kimliğine ve değerlerine saldıran insanlara karşı tepki göstermeyi
demokrasi ve özgürlüğe aykırı gören bu dil; çatallı dildir. Çatallı dilin en
muhkem göstergesi; egemen güçlerin doğrudan ve dolaylı işgaline direnmeyi
ihanet, onlara teslim olmayı özgürlük şeklinde sunmaktır. Şüphe yok ki bu dil;
devşirmecilerin ve vassallığın ayırt edici ve belirtici göstergesidir.
Batıcılık, dini ve etnik ayrışma üzerinden politika yapan siyasi hareketlerin
ikili dili; Sevr’e götüren zihniyetle şimdiki zihniyetin buluştuğu noktadır. O
dönemde faaliyet gösteren İngiliz Muhipler Cemiyeti, Kürt Teal-i Cemiyeti,
İslam Teal-i Cemiyeti gibi politik hareketlerle bu gün aynı görevi sürdüren
politik hareketler arasında hiçbir fark yoktur. Tarihi görevlerini aynı dille
ve iştiyakla sürdüren bu çevreler; ülkemizin daha demokrat olması için devleti
küçültmenin, bazı kurumları özelleştirmenin, her etnik ve dini ayrışmayı milli
eğitimin, güvenliğin ve adaletin parçası yapmanın öneminden bahsederler. Eğer
böyle yapılırsa devlet sistemi ve halklar daha özgür olacak. Bu durum açıkça
gösteriyor ki, egemen güç-vassal ittifakının zihninde barış ve özgürlüğün
anlamı: Türkiye Cumhuriyeti Devletini bağımsız devlet olmaktan çıkarmak ve
egemen güçlerin kullanacağı etkili ve verimli bir araç yapmaktır. Anılan
çevrelerin dilindeki demokrasi ve özgürlüğün kelime anlamı ve tanımıda budur.
Uluslararası hukuk kurallarına uymak adına yapılan Sevr antlaşması, bir
işgalin, hukuk adına nasıl yazılı belgeye döküldüğünü gösteren politik bir
entrikadır. Bu entrika çemberi içinde sunulan görüşlerin ve alınan kararların
hiçbir fikri, hukuki ve ahlakigeçerliliği yoktur. Çünkü Sevr antlaşması; bir
siyasi entrikanın belgesidir. Diğer bir deyişle egemen güçlerin; kendi politik
ve stratejik amaçları için uydurdukları gerekçelerin sıralandığı bir belgedir.
Zaten egemen-işgalci güçlerin politik mantığı böyle işler. İşgal mantığının
omurgasını ise şu kalıplar oluşturur;
*Osmanlı İmparatorluğu, antlaşma maddelerinde öngörülen hükümleri yerine
getirmeyi şimdiden kabul eder.
*Müttefik devletlerin temsilcileri, diplomatik ayrıcalıklarından ve dokunulmazlıklarından
yararlanacaktır.
*Osmanlı Hükümetinin alınan kararları yerine getirip getirmediği raporla
yetkililere bildirilecek ve her durumdan haberdar edilecektir.
*Şimdiki ve eski sınırların
saptanmasına ilişkin tutanakların doğruluğu onaylanmış örnekleri, Osmanlı makamlarının elinde
bulunan haritalar, geodezik veriler, yayınlamamış olsa bile yer ölçmesi
haritaları, söz konusu antlaşmanın yürürlüğe konulmasından sonra otuz gün
içinde İstanbul’da başlıca müttefik devletlerinin göstereceği ilgili
komisyonların temsilcisine teslim edilecektir.
*Türkiye, bu antlaşma ile bunu tamamlayan antlaşmaların ve sözleşmelerin
hükümlerine, özellikle soy,din ve dil azınlıklarının haklarına dürüst bir
biçimde saygı göstermekte kusur ederse, müttefik devletler, alınan kararları
değiştirme hakkını saklı tutar. Türkiye, bu bakımdan alınacak bütün kararları
kabul etmeyi şimdiden yükümlenir.
Yukarıdaki beş kalıp ve bunlara benzeyen ifadeler, işgalci hakim gücün
dilini ve mağlup olan devletin güç karşısındaki halini ve mantığını özetler.
İşgalci mantığın politik kalıbı şöyle dile getirilir; Türkiye, iş bu antlaşma
ile bunu tamamlayan antlaşmaların ve sözleşmelerin hükümlerine, özellikle
soy,din ve dil azınlıklarının haklarına dürüst biçimde saygı göstermekte kusur
ederse, müttefik devletler, alınan kararları değiştirme hakkına sahiptir.
Türkiye, bu bakımdan alınacak bütün kararları kabul etmeyi şimdiden yükümlenir.
( Madde 36 ) İşgal mantığının ötekine
ilişkin diline uygun en çarpıcı örnek de şudur: Eskiden Osmanlı İmparatorluğuna
bağlı bulunan kimi topluluklar, kendi kendilerini yönetmeye yetenekli
olacakları zamana kadar, yönetimlerine bağlı bulundukları egemen gücün öğütleri
ve yardımı kılavuz olmak koşuluyla, bağımsız uluslar olarak varlıkları geçici
nitelikte tanınabilecek bir gelişme düzeyine erişmişlerdir. Hangi devletin
güdümüne girecekleri, bu toplumların tercihine bırakılmalıdır. Bunların
tercihleri göz önünde tutulmalıdır.
( Madde 22 )Yönetme yeteneğinden yoksun
ve egemen güçlerin yol göstermesine muhtaç toplulukların yetenekli görüldüğü
konu; kendine yol gösterecek gücü seçme hakkıdır. Yni bu coğrafyanın insanı
kendini yönetmeye muktedir değildir, zaten böyle bir yeteneğide yoktur. Onlar
sadece hangi gücün güdümüne girmeyi tercih edebilecek yeteneğe sahiptir. Böyle
ağır bir tanım ve karara karşı Anadolu’da başlayan direniş bu coğrafyanın yüz
akıdır. Çünkü bu direniş; emperyalist güçlerin aşağılayıcı tavırlarına karşı
verilen bir cevaptır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesi batılı
egemen güçlerin ve yerli vassalların hedefidir.
Batılı egemen güçler dün de bu gün de politikalarını dini ce etnik
farklılıklar üzerinden yürütmüşlerdir. Bu politika, dün, Sevr antlaşmasında
kendini şöyle açığa vurur: İş bu antlaşmanın yürürlüğe konuluşundan bir yıl
sonra 62. Maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun
çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak milletler
cemiyeti konseyine başvururlarsa ve konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa
yetenekli olduğu görüşüne varırsa bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’de
salık verirse; Türkiye bu tavsiyeye uymayı ve bölgeler üzerinde bütün
haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi, şimdiden kabul eder. ( Madde 64 ) Van
, Erzurum, Bitlis ve Trabzon illerinin bulunduğu alanda bir Ermenistan devleti
kurulacak, sınırlarının tayini ABD’ye bırakılacaktır. ( Madde 89 ) Bu iki madde
ve benzerleri üzerine şekillenen plan her ne kadar Anadolu ihtilali sayesinde
ortadan kaldırılmış, Lozan Antlaşması yapılmışsa da, ne yazık ki bu gün, farklı
yöntem ve araçlar eşliğinde söz konusu plan işletiliyor. Nitekim CFR siyasi
iktidardan, federatif sisteme geçmenin ilk aşamasını gerçekleştirmeyi küresel
siyasetin gereği olarak talep etmektedir. Anılan siyasetin amaçları
doğrultusunda metin oluşturan stratejistler; Türkiye’nin bölünük ülke olduğunu,
dalayısıyla bu sorunu üstelenmesi gerektiğini telkin etmektedir. Keza
yukarıdaki kararlara uygun haritalar yayınlamaktadır. Bu yetmezmiş gibi eğer
Türkiye üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmezse ağır bedel ödeyecektir,
diyerek tehdit etmektedirler.
Batılı egemen güçlerin ülkemize yönelik borçlandırma, ayartma, bağlama
ve işgal etme amacı hiç değişmedi. Sevr antlaşmasında izlenen sürecin sonucunu
ifade eden kararlar şöyle dile getirilir: Türkiye aktarılan toprak üzerindeki
haklarından ve sıfatlarından, karar tarihinden başlamak üzere geçerli olarak
vazgeçtiğini şimdiden bildirir. ( Madde 90 ) Osmanlı Devletinden kopmuş
sömürgelerin malları, bağlı bulunduğu devletin mallarının hükmüne tabidir.
( Madde 108 ) Yine ana bünyeden kopmuş
devletlerde Osmanlı Devletine ait bütün taşınır ve taşınmaz mallar karşılığı
ödenmeksizin o devlete kalacaktır.
( Madde 110 ) Daha önce faize bağlanan
borçlar Osmanlı Devleti tarafından ödenecektir. Bu maddelere ek olarak bölünen
ve ayrılan parçaları kendileriyle özdeşleştirmekteler ve Osmanlı Devleti şu
ülkenin yararına haklarından ve sıfatlarından vazgeçer tümcesini
kullanmaktadırlar. Bunlar; işgalin politik mantığını özetleyen kararlardır.
Öyleyse batılı güçlerin politik dilini ve taleplerini biçimlendiren ana unsur,
anılan plandır. Bu plan; batının bilinçaltını şekillendirir. İnce ayarlı
politik entrikaların tek amacı; bu planı gerçekleştirmektir. Vassallık rolüne
soyunan ve bu görevi yerine getiren özneler, bunu özgürlük ve demokrasi
etiketleri altında gizleseler de, ülkemizde ve sınırlarımızda yaşanan bütün
olaylar bunu doğrulamaktadır.
Egemen güç –vassal ittifakını anlatan şu kararlar; batıcılık ve dini-etnik
ayrışma üzerinden politika yapan kişilerin niçin kural tanımadıklarını ve
saldırgan olduklarını anlatır: ‘’Türkiye, ister bir başka uyrukluğageçme ister
bir antlaşma hükmüyle müttefik devletlerin ya da yeni devletlerin yasaları
gereğince ve bu devletlerin yetkili makamlarının kararları uyarınca kendi
uyrukluğundan her hangi bir yeni uyrukluğa geçmiş ya da geçecek olanların bu
uyrukluğunu tanımayı ve bu yeni uyrukluğu almalarıyla bu uyrukları asıl
devletlerine karşı her bakımdan her türlü bağlılıktan kurtulmuş saymayı
yükümlenir ‘’ ( Madde 128 ) ‘’ Türkiye’de oturanlardan hiç biri, 01 Ağustos
1914 tarihinden sonra işbu antlaşmanın yürürlüğe girişine kadar, askerlik ya da
siyasi davranışları ya da müttefik devletlere ya da bunların uyruklarına
yaptıkları her hangi bir yardımdan ötürü, hiçbir bahane ile rahatsız
edilemeyecek ve incitilmeyecektir. Türkiye’de oturan bir kişiye ilişkin olarak
bu nedenle, verilen herhangi bir yargı kararı tümüyle yok sayılacak ve başlamış
herhangi bir kovuşturma durdurulacaktır. ( Madde 137 ) Vassallarını koruma
altına alan batılı aktörlerin; geldiğimiz noktada ülkenin ortak kimliğine,
tarihine, değerlerine ve kurumlarına saldıran kişileri korumaları, hatta
doğrudan adalete müdahele etmeleri izlenen politik stratejinin değişmediğini
gösterir. AB müktesebatı adı altında ölçüsüz tutumlarla haddini aşan kişileri
AB ve ABD’li yetkililerin sahiplenmesi dikkat çekmektedir.
Türkiye’nin sistemini tedhiş sistemi olarak tanımlayan güçler; ‘’ İslam
dinine geçişlere ( Madde 142 ) müdahele etmekteler soy azınlıklar şeklinde
tanımladıkları topluluklar için kendilerinin uygun görecekleri hükümlerin
uygulanmasını şart koşmaktadırlar. ( Madde 143 ) Bu iki maddenin sonucu olan
aşağıdaki iki karar, içinde bulunduğumuz durum açısından üzerinde düşünülmesi
gereken husustur.
*Herhangi bir Osmanlı uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret
ilişkilerinde din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık
toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama
konulmayacaktır. Türkçe’den başka bir dil konuşan Osmanlı uyruklarına
mahkemelerde, ister sözlü isterse yazılı olsun, kendi dillerini
kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır. ( Madde 145
)
*Soy, din ya da dil azınlıklarından olan Osmanlı uyrukları hem hukuk
bakımından hem de uygulamada; öteki Osmanlı uyruklarıyla aynı işlemlerden aynı
güvencelerden yararlanacaklardır. Bunların özellikle bağımsız olarak ve Osmanlı
makamları hiçbir şekilde karışmaksızın, giderlerini kendileri ödemek üzere, her
türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ya da sosyal kurumlar, ilk, orta ve yüksek
okullarla, başka her çeşit öğretim kurumlarında kendi dillerini özgürce
uygulamak hakkına da sahip olarak kurmak, yönetmek ve denetlemek konularında
eşit hakka sahip olacaklardır. ( Madde 147 )
Bu parçalayıcı ve yıkıcı kararları kabul etmeyen ve direnen Türk
Milleti; bağımsızlığı kuruluş felsefesinin temel esası yapmıştır. Ancak
geldiğimiz nokta da AB güdümüne giren siyasi iktidarlar, işgal döneminde alınan
kararları dünya milletleriyle birlikte olma adına siyasi kararlarla
gerçekleştirmek istemektedirler. Eğer AB adına alınan kararlarla anılan iki
kararı karşılaştırırsak geldiğimiznoktanın cumhuriyetin kuruluş felsefesinden
açık bir kopuş anlamına geldiğini görürüz. Egemen güçlerle vassalların aldığı
bu mesafeye karşı yeniden milli duruşun sergilenmesi, paniklemelerinin asıl
nedenidir. Son yaşanan olayları ve cumhuriyetin kuruluş esaslarından biri olan
milliyetçiliğe karşı ölçüsüz saldırıyı bu açıdan okumamız gerekir. Yıllardır belli
bir aşamaya getirilen ve başkalarını tanımlayarak üzeri örtülen bu sınır;
bağımsızlıktan yana olanlarla mandacıların arasındaki kırılma noktasıdır. Eğer
ülkenin savunma kuvvetleriyle ilgili sınırlamaları, güvenlik güçlerine ilişkin
hükümleri, silah, araç ve gereç konusunda yapılan tahditleri ve diğer hükümleri
buna ekler, bu gün ülkemizde bu alanda yapılan tartışmaların taşıdığı anlamı
tespit edersek söylemek istediğimizhuss anlaşılmış olur. Evet; milli direnişin
ortadan kaldırdığı bu plan devrededir,ülkemizde üretilen çatallı dilin,
sahnelediği oyunun adı budur.
Prof.Dr.Nadim MACİT
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder